7 Eylül 2011 Çarşamba

EHVEN-İ ŞER

Biz, “hep”çiyiz! “Hep” dururken, “hiç”in şubelerine iltifat edemeyiz.

“Ehven-i şer”, iki kötü arasında tercih sözkonusuysa, ortada “hep”e dair bir şey yoksa, ümid yoksa, reel şartlar elvermiyorsa söz konusu olabilir.

Bu durumda da ehven-i şer, rıza değil, katlanıştır. “Ehven-i şer”rin üzerine öyle gitmeli ki, şerri azmasın.

AKP, bir başkasının değil, İbda’nın alternatifidir. Mevcut statükodan bir şube, statükonun ta kendisi ve statükonun devamı gayesinin tecelligâhı olarak İbda’nın yolunu kesmeye matuf misyonun iafacısı. AKP, “ehven-i şer” değil, “iyi”nin yolunu kesen, “iyi”nin, İbda’nın gelmemesi için emperyalizm tarafından son bir ümitle yolumuza dikilen bir engel, emperyalizmin son hamlesi. İbda, emperyalizm tarafından yoluna çıkarılan bütün engelleri teker teker berhava ettikten sonra, ellerinde kalan son taşı, AKP’yi ileri sürdüler.

Üstad, “iyi”nin yolunu kesen “ehven-i şer” için, “şerlerin en şerri” tesbitini yapmaktadır. Zira “iyi”nin yolunu kesmek, “bizzat kötü”den daha kötüdür. “İyi”nin alternatif olarak varolduğu yerde “ehven-i şer”, ehven-i şer olmaktan çıkmış, bizzat şerrin kendisi, hem de en şeddelisi oluvermiştir.

Nefs hilesi… “İyi”nin gelmesi için gerekli emek ve çabayı ortaya koymaktan kaçmak veya ne yapacağını bilmemekten tutun da riski göze alamamaya, sabır ve sebat edememeye kadar binbir türlü nefs hilesi içinde, ehven-i şer tesellisiyle “kötü”ye yanaşıveriyor, kapılıveriyor insan. “Kötü”yü, “ehven-i şer” kılıfı altında kendince meşrulaştırıveriyor.

Biz bu güne, bu hale, bu zillete, pazarlıksız Allah ve Resulü demek yerine, “ehven-i şer”lerle günümüzü geçirerek geldik. AKP ile bu işbirlikçi ve teslimiyetçi ruha mum dikildi. İdeolojik iddiası devrim olan, İbdacılık olan nicelerinin bu tuzakta debelendiğine şahit olmaktayız.

Ama işte, hedefi işaretliyor, hedefe giden yol ve vasıta bilgisini de ortaya koyuyoruz. O halde, İbda’ya cephe olma vazifesini de ifa ediyoruz demektir.

Her türlü kafa bulanıklığı ve bulandırma teşebbüsüne rağmen, hedefi, bir istikamet bilgisiyle beraber işaretliyor oluşumuz, İbda’nın bizde tezahür eden mânâsını mündemiç; ihtilâlci şuur…

İhtilâlci bir örgütün teşekkülü, karar alma, kesin tavır koyabilme ve tatbik edebilme keyfiyetine bağlı. Böyle bir karar alınması ve kesin tavır konulmaya başlanmasıyla birlikte, örgüt, kurulmuş olur. Kararı ve tavrı olmayan kalabalıklar ise, kuru kalabalık olmaktan öteye geçmez.

En kötü bir karar bile, kararsızlıktan iyidir. Kavgada hasım karşısında kararsızlık, mütereddid kalma, dayak yemeye sebep olur. Malum, ihtilali yarım yapanlar, aslında kendi mezarlarını kazmış demektir. Karşıdan gelen yumruğa, fikre, propagandaya, manipülasyona refleks halinde karşı koyamaz, tavır alamazsan, yumruğu yersin. Tavır alabilmek için, esas hasmın kim olduğu üzerinde karar vermek gerekir önce. Ki, karşıdakini dost mu, düşman mı, müttefik olarak mı ele alacağımız, siyaset ilmi hasrında, bu esas hasım tesbiti ile mümkün olur. Tali olanları esas zannedersen, değişen şartlara karşı, o şartların objektif tahliline fikrin tatbiki demek olan mücadele yerine, mücadele ediyorum zannıyla, değişen şartların farkında olmayarak veya yine nefs hilesi cümlesinden olarak, akt haline gelmiş işi aksiyon zannetmenin ruhsuzluğu içerisinde ölüyü tekmelemeyi düşmana dayak atma zannedebilir, fethedilen alanda fatihçilik oynamaya devam edersin. Bu, aynı zamanda, İbda’nnı vermiş olduğu mücadeleyi, o mücadele içinde oldu halde inkar mânâsını haiz ki, demek ki, mücadeleleri aksiyon değil, “akt”mış, taklitmiş.

Mücadelede daha ilmî olarak olsun şartların objektif tahlilini yapamayan, değişen şartların farkında olamayan, nerde kaldı ki, ayrı bir ilim ve sanat işi demek olan siyasetin, sanat cephesinden bize pay sahibi olduğunu iddia edebilsin. Böyleleri, kendi adlarına karar alamadıkları ve tavır koyamadıkları gibi, kendilerine verdirecekleri zarar bir yana, bir de dava adına ortada gezinmesinden mütevellit, vehmettirdiği şeyler saikiyle -meydan yerinde olmak bir iddiadır. Bu iddianın ortaya atılmasıyla şu veya bu şekilde bir teveccüh olur, isterse iddia sahibi, sahibi olmadığı mânânın maliki gözüksün.- iddia sahibine güvenenler ve yolun başında davaya iştirak edecek yeniler de meydan yerinde bunları gördüğü için işin ehli olarak bunları zannedecekler ki, işte böyle, emanetin ehlini kendi zanneden kolpacılar, çoluk-çocuğu dahil herkesi ateşe atıyor demektir. Vicdan!

“Yanlış yaparım!” korkusuyla veya herhangi bir saikle karar alıp tavır koyamıyorsan, meydana hiç çıkma. Veya, işi ehline ver, işin ehline meydan açanlardan ol. Dedik ya, kötü karar bile, kararsızlıktan iyidir. Söz meydanı, er meydanıdır. 

1 Eylül 2011 Perşembe

BARAN S: 241 / 25 08 2011


Ne zamandır yazacaktık, kalmıştı.
Şartlar vs derken geçen zaman.
Dün, Fazıl geldi, “Hocam Baran’ın son sayısı var mı?” dedi.
“Var”…
Cezaevinden çıktıktan sonra bayie gitmiş, bulamamış. Benden istiyor. “Tamam Fazıl, yarın vereyim!”
Dergiyi yarın (bu gün) verecek olmam -bir daha elime ne zaman geçer Allah bilir-, biraz sathi de kalsa, Baran’ın elimizdeki son sayısı üzerine aşağıdaki satırları plan harici yazmaya mecbur etti. Plan harici, zira planlamamda, sırasıyla, aldığım notları daha bir bütün ve derinlemesine işlemek varken, dergiyi verecek olmam, aşağıdaki notları çoğu ham haliyle sizinle paylaşmama yol açtı. Bu notlar, temel bir omurgaya işaret ediyor aslında. Meramımızı anlatmaya yeter.
İtalik satırlar, mezkur dergiden alınma, isteyen mezkur dergiyi eline alıp, vurguladığımız noktaları bir de bizim gözümüzle yeniden okur.




İLÂN:
MİHRİ BELLİ’NİN VEFATI
Anti-emperyal mücadele bir neferini kaybetti.
Ölüm haberi müteessir etti.

(Emperyalizmin saldırdığı herkese sahip çık, ölmeden; madem “anti” emperyallere sahip çıkıyorsun. Misal, Kaddafi… Müsbet işinden değil, düşmanın saldırısına maruz kalıyor olması, seni, O’nu sahiplenmeye icbar etmekte. Yani ölçü, “düşmanın saldırısına maruz kalmak”. Misal, Mustafa Bilgi. Üstad da O’nu, zaten sırf bundan dolayı “şehid” ilan etmedi mi? Ne olduğu, kim olduğu, niyeti meçhul bir genç, tesadüfen ölüyor. Ama ölümüne sebep, düşmanın hedef aldığı mekanda bulunuyor oluşu. Düşmanın saldırısına maruz kalmış olması, kimliğini bilmesen de sahiplenmek için yeter. Misal Saddam. Saddam’a sahip çıkarken, sonunun böyle şehadetle taçlanacağını bilerek mi sahip çıkıldı? Saddam cani değil miydi, katil değil miydi, oğullarının hayatları, yaptıkları ortada değil miydi? Baas, Arap Kemalizmi demek değil miydi? Bütün bunlara rağmen, anti-emperyal tavır gereği sahiplenildi. “Anti” dediğin yerde, “tez” yok, esas hasmın varlığını öne aldığını ilan etmiş, esas hasmın saldırısına karşı, saldırıya maruz kalan kim olursa olsun, sahip çıkacağını ilan ediyorsun. Ki, esas hasım karşısında kim saldırıya maruz kalmışsa, mazlumdur. O sebepledir ki, “Mazlumun dini sorulmaz!” denmiştir. Yani, adamın geçmişi, ne halt ettiği filan. Tecrit kabiliyeti burada gerek zaten, alakalarından soyabilmede. Esas hasım ordayken, saldırırken birine, vay sen de zamanında böyle yapmıştın demeye gerek duymayacak bir refleks. Mücadele bu reflekslerle yürür. Kavga reflekslerle yürür, Yoksa, dayak yersin. Burada da zihni refleks, tecrit refleksi devreye giriyor. Şimdi, Irak’ta, Saddam’a ihanet edenlere, “bırak meseleyi şahsileştirmeyi, sizlere yaptıklarını, esas hasım ordayken, işgale gelmişken, bunlar mevzu edilecek şeyler değil” diyerek, adama hain, işbirlikçi damgası vurabilirken, benzer şey burada başına gelince, orda, o adamın yaşadığı psikolojinin tesirine giriveriyor. İşte, psikoloji ile ideoloji karışıyor. İdeolojinin bünyeleşip bünyeleşmediği de bu gibi zor zamanlarda belli olur zaten. Bünyeleşmedi zamanlarda da, bu psikoloji düşman tarafından manipüle edilerek, sendeki “anti” tavır almada kesinlik kırılır, “Katil ABD, zalim Saddam” misali… Düşman saldırırken, düşmanın saldırdığını sahiplenmede kararsız kalırsın, bu kararsızlığı da tarafsızlık vs gibi takdim edebilirsin ama işte, Saddam işinde olduğu gibi, bu tarafsızlık değil, sessizlik, güçlüye yarar. Kendi fikrinin teklifi sonraki iş, Önce kötüye mani ol, iyiliği getirmek sonra. )


BARAN’DAN: (KESİN TAVIR ALMA)

Ahmet Davutoğlu, (…)  Türkiye Ortadoğu’da Amerika gibi davranıyor! Mühim olan Amerika adına mı kendi bağımsız politikaları –ki varsa- adına mı davranıyor? Nato işbirliği ile böyle atılmış adımlar, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar nihai noktada Batı’ya hizmet eder.

(Düşmana saldırmak yerine, analiz yapmak mı devrimcilik?)



AFGANİSTAN – SEZAİ (Düşmanı meşrulaştırıcı dil)

(eylemleri av mevsimi diye överek veriyor ama)

Afganistan Devlet Başkanı Karzai (defaetle)
Koalisyon Güçleri – nin kayıp sayısı
Müttefik ülkeler
Washington’un terörle mücadele operasyonlarına ayırdığı bütçe
Afganistan’daki operasyonlar
Yeniden yapılandırma çalışmaları
Gardiz’deki NATO güçleri


PANORAMA TÜRKİYE

(ben bu sayfaya, “icraatın İçinden” ismini koymayı daha uygun görüyorum)

ÖCALAN’IN AVUKATLARINA BİR YIL YASAK
(Hadise karşısında bir kıymet hükmü yok, sıradan habercilik. Bu tür güya yansız haber, yasağı koyandan tarafsın demek. Yasağı koyandan taraf olmak doğru veya yanlış, ama izahı gerek.)

ANKARA HÂLÂ ÖZÜR BEKLİYOR
Durumun vehameti ve ciddiyeti karşısında hafif bir üslup. Geçiştirmeye çalışmış gibi.

KURAN YASAĞINA 20 İLDE EYLEM,
Yapılan eylemi manalandırmak gerek, böyle kopyala-yapıştır haberciliği ile devrim olmaz.

ERDOĞAN: RAMAZAN SABRIMIZ BİTMİŞTİR
Demiş…

PERİNÇEK’İN EKİBİNE TELEKULAK BASKINI
BOP saldırısı desene ya, hani anti-emperyalistlere sahip çıkacaktın. Adam, RTE’nin hırsızlığını ortaya çıkardı diye, ABD denetimindeki polisin saldırısına maruz kalmış, sen işi telekulak baskını diye ver. Neyin telekulağı? Bu ülkede telekulaktan dolayı kimler basılmış? Telekulaktan ne çıkmış.


AKDAMAR KİLİSESİ AYİNE HAZIRLANIYOR
Bu ihaneti tezgahlayanın AKP olduğunu niye açıkça ifade edip, mücadeleyi hedeflendiremiyorsun? Vatandaşlar tepkiliymiş? Kime? Hedefsiz bir tepki.

İRAN’DAN ACEM OYUNU
Karayılanın yakalandı haberine böyle demiş.

G.AFRİKA İLE DE VİZELER KALKTI
Bakan Davutoğlu’nun açıklamaları…
Oh be, o vize de kalktı ya, şimdi nerde olmak vardı anasını satayım!

TÜRKİYE’DE EKMEK İSRAFI HAD SAFHADA
Bak sen şu müsrif halkımıza. Bu millet adam olur mu hiç? Siyasi mesaj yok, sadece israf edildiği haberi.



PANORAMA DÜNYA

KIRGIZİSTAN ABD ÜSLERİNİ KAPATIYOR
ABD ve müttefik ülkeler için


SOMALİ’Yİ AÇ BIRAKANLAR, EMPERYALİSTLER – Fahri Özcan
Suçluyu, sınır dışındaki emperyalistlerin üzerine attın ya, sınır içindeki işbirlikçilerini işaretlemedikten sonra, emperyalistler de dur.  “Onu babam da söyler”…



Sayfa 9, İCRAATIN İÇİNDEN’e devam…
TÜRKİYE’NİN B PLANI
Mavi Marmara raporu, AKP’nin devreye sokacağı iddia edilen B Planı’nı öğreniyoruz. Kıymet hükmü hak getire. Tabiatıyla kıymet hükmü olmayınca da icraatın  içinden. AKP şöyle yapacak, böyle yapacak. İyi, mübarek olsun. Analizciliği devrimcilik zannedenlerin elinde, bu tavır, AKP’ye ümit bağlamayı getirir. O zaman sana ne gerek var a birader? Kendi kendini, mücadele tarihini reddettiğinin farkında mısın? Sonra da, bir röportajda edilmiş laf, “biz tebliğci değil, telkinciyiz!” Telkin işi, “telkinciyiz” demekle olmaz ki, hadiseler içindeki tavır alıştır o. Analizcilik ise renksiz de değil, kuvvetlinin işine yarayan.

TÜRKİYE’YE KARŞI DÖRT BAYRAK
Hangi akılsız politikanın neticesi bu duruma düşürüldük, Rumlar bu cesareti nerden ve kimden alıyor diyemeyen, tutuk bir eda. Yine analizcilik.

KRİZ BİZDE KALICI ETKİ BIRAKMAYACAK
Şimdi, bu yazı dehşet. Akıllara seza. Artık analizcilik bırakılmış, evet, yukarıda ifade etmek istediğimizin tersine, kıymet hükmü konulmuş. Nasıl mı, işte tersine harika, noktasına, virgülüne dokunmadan:

“Türkiye’nin ekonomik ve siyasal alanda içinde bulunduğu bu yükseliş her kesimi memnun etmekte; fakat hükümetin bu özgüveninin nereden geldiği ise bilinmemektedir. Bu yükseliş inşallah İslam davasına hayır getirecek ve faydasına olacak bir yükseliştir.”

Allah hayırlı mübarek etsin. Biz bunca çileyi boşa çekmişiz. AKP eliyle yükseliyor nasıl olsa İslam davası.

Her kesimi memnun etmekteymiş…

Beni memnun etmemekte. Ama hain, işbirlikçi, yavşak, mürted, süfyan soyunu,  vatan haini liboş vs tayfasını memnun ettiğine şüphe yok!

19 Ağustos 2011 Cuma

Deneme "Öylesine" Bir Hikâye; "Kaptanlık"tan "Bekçi"liğe Uzanan Bir Serüven

Denememiz bir ana başlık, beş ara başlıktan oluşmaktadır.
Deneme; bilenlere bildiklerini hatırlatırken, bilenlerin bildiği hususları bilmeyenlere bildirmek suretiyle hassas mevzulara katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
Keyifli dakikalar....

Birinci Bölüm:

-I-
Bilenler bilir;
İstanbul'un en güzel yerlerinden biri de Üsküdar'dır.
Bir gönüldaşla iftardan sonra Üsküdar'da gezmeye çıkmış, hanımlara hediye edilmek üzere yanında emlakçı olan bir dükkandan birkaç incik-boncuğa ve tabloya bakmış, daha sonra da boğaza nazır bir cafede kahvelerimizi yudumlamaya başlamıştık.

Muhabbet ederken laf lafı açtı ve laf;
"İBDAsız Büyük Doğu'culuk"tan bahseden böceklerin hususen okuması gereken ve alt başlığı "Kadın ve Erkek" olan İNSAN'da birkaç yerde atıf yapılan ve Logoterapi'nin kurucusuna ait olan şu harikulâde şu söze geldi:

"Hayattan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin hayatın bizden ne beklediğini öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. (...)kendimizi hayat tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi."

"Hayat tarafından her gün, her saat sorgulanan biri"leri olarak Logoterapi'nin Nazi kamplarında şekillendiği şerhini düşmeyi de ihmal etmedik tabi ki.

Sohbet tedaîlerle ilerliyordu.

Büyük usta Stefan Zweig ve onun harikulâde olan şu tespiti gönüldaşın hatırına geldi.
Büyük usta,
"Nerede büyük bir itiraf varsa orada saklanan çok ciddi birşey vardır” diyor ve bu hususta Roussea'yu, onun Emil ve İtirafları'nı örnek veriyormuş.

İtiraflar'dan, Emile'den bahsederken gönüldaş, yolda geçen bir Bekçi gördü.
Görülan "Bekçi"; "Mahallenin ağabeyi" konumunda olan cinsten değildi.
Gönüldaşın gördüğü ve gösterdiği Bekçinin, hani şu "Murtaza"da tecessüm eden ezik, geveze, korkak, küstah, gereksiz, bir seciyenin sahibi olsa da çirkef olan, gereksiz cinsindendi.
Bekçi'nin yanında da orta boylu, göbeği yerinde, alnı açık, her daim sırıtan ve ettiği lâflardan doktor imajını veren çakma derviş kılıklı bir tip vardı.

-II-
Bilenler bilir;
Muhabbet tedailer ve bedahetlerle yürür.
Gönüldaşa S. Zweig'ın harikülade tespitini hatırlatınca bana bir anektod anlattı.
İnternet âlemindeki sayısız olan forumlardan bir forumda, bir isim gerçek ismiyle görünmüş, bu husus, ısrarla ve adeta göze sokarcasına o isim tarafından dillendirilmiş, o isim sebepsiz bir gerginliğe sebebiyet vermiş, forumun yöneticilerine gider yapmış, ardından da ayrıldığını ilân etmiş.
Ondan sonra da "hiç uğramamış."

Hemen hemen aynı dönemlerde bir tip forumda parlayıvermiş.

Parlaklığı sebepsiz değilmiş.

Dili bir defa, pek zehirliymiş.

Zehirli olan dili aynı zamanda pek kıvrakmış.

Elemanın civa gibi ele gelmeyen bir tarafı varmış.

Müthiş de fitneymiş.

Ortalığı karıştırmakta, insanları itibarsızlaştırmakta pek bir mahirmiş.

(...) türünden işlerle meşgul olacak ki, sabah-akşam internet başındaymış.

Her devrim sürecinde görülebilecek olan ve kısaca "Devrimin ..gilleri" olarak özetlenen familyaya akıl hocalığı yapıyormuş.

Hedef saptırmada, topu taca atmada pek maharetliymiş.

En azından kendine bu konuda pek güveniyormuş.

Gönüldaş kendisini sadece kırmamak için dinlediğimi farketmiş olacak ki, alâkamı çekecek bir lâf etti:

"İBDA'sız Büyük Doğucu"luktan bahsediyormuş.

Alâkamı çekmeyi başaran gönüldaşa sordum:

Başka ne marifetleri varmış?
"Öyle işte", dedi gönüldaş, "Büyük Doğucu imiş, ama İBDAcı değilmiş."

Hiç kimse de kalkıp, "ulen (...) o zaman defol git" demiyormuş.

Çünkü çok iğrenç bir tipmiş.
Sahici İBDAcılar onun kim olduğunu kesinliğe yakın bir şekilde tahmin ediyor bu yüzden de iğrençlikleriyle maruf bu tipi muhatap almak istemiyormuş.

Zira geçmişte fazlasıyla muhatap almışlar ve her muhatap alışlarında ellerini yıkamak zorunda hissetmişler.
O kadar pislik bir tipmiş.

-III-
Bilenler bilir;
Hayat; İBDA'dır.
Ve önemli olan; İBDA'dan ne beklediğimiz değil, İBDA'nın ve onun Kumandanı'nın bizden ne beklediğidir.
Gerçek bir İbdacı her ân, her saat, her gün İBDA'nın ve Kumandanı'nın karşısında sorgulanan, sınanan biridir.

Yapılan bir-iki iş, İBDA'ya nispetle büyük bir mânâ kazanabilir.

Yapılan bir-iki işin neye nisbetle mânâ kazandığını bilmezsen büyük komutanlık hayalleri kurman tabiidir.

Komutanlık hayalleri kurmak kötü değildir.

Zaten hayal ile siyaset aynı kök alâkası içindedir.

Kötü olan, hayalini kurduğun şeyin adamı olup-olmadığını sorgulamamandır.
"Adam", dergi çıkartır.

Çıkardığı dergide "(....)"nden, bunun öneminden bahseder.

Oysa ki, bırakın (.... ve.......) yönetmeyi;

"Adam"ın hayatta doğru-düzgün tek bir arkadaşı dahi yoktur.

"Üç (...)"dan biridir ama, diğer "iki (....)"dan biriyle bile kavgalıdır.

Beşeri münasebetlerdeki başarısı sıfırdır.

Muaşeretten zerre nasibini almamıştır.

Anca ağzı çalışır.


Kâh komutan olur, kâh fikirci, kâh stratejist...

En komiği de dervişlik çabalarıdır.

Ama bu çaba bile sahtekarcadır.

"Adam", "bir baltaya sap olamadık, bari derviş olalım" diyememektedir.

Bunun yerine geçmişte olmaya çalıştığı ve olamadığı ne varsa hepsini kötüler ve dervişliği idealize eder.

Gayesi dervişlik falan da değildir aslında.

Bu "eleman" derviş olacak, Salih Mirzabeyoğlu'nu da "şeyh" ilân edecek...

Ondan sonra boynu bükük oturmak suretiyle,

Hiçbir sınamaya, hiçbir denemeye, hiçbir zorluğa, hiçbir oluş çilesine tâbi tutulmaksızın aslanlar gibi -nasıl olacaksa?- İBDAcı olacaktır.

Tek gayesi budur.

Gerçekten derviş olmak istese;

"Derviş; fitne olmaz.

Derviş; üçkağıtçı olmaz.

Derviş; fesat olmaz"

gibi dervişliğe dair asgari şart ve doğruları bilir, ona göre tavır alır.

Bütün bu hususlar, son derece artniyetli bir şekilde ve ısrarla şeyh muamelesine tâbi tutmak istediği Salih Mirzabeyoğlu tarafından (....) anlatılsa da bu sözler "derviş"in bir kulağından girer, öteki kulağından çıkar.

İkazlar karşısında edepli edepli oturmak yerine "müthiş kıyaslamalar"(!) yapmak suretiyle, kendisine âdeta sahabe misyonu bile biçer.

Bunu da ilk fırsatta da (ve meselâ....) kusar.

"Sahabe sahabe'dir. Ve tabiîn, ne olursa olsun, Sahabe olamayacaktır."

Yani?

"Ben Kumandan'la aynı cezaevinde yattım. Siz yatmadınız. Siz, Kumandan'la aynı cezaevinde yatanla yatıyorsunuz. Kıymetinizi bilin."

Kaç türlü cinayeti işleyen bu "derviş", fitne-fesat faaliyetlerini aralıksız devam ettirirken, bir elinde tespih, öteki elinde kahve kupası, tv. karşısında ve bacak bacak üstüne atmış bir vaziyette, yani "tam da dervişe yakışan bir edep"le tespihatlarını da hiç aksatmaz.

Şu olur, bu olur...

Bu "derviş", cezaevinden çıkar.

Hayat zordur, geçim ağırdır,

Bu geçim şartlarında her türlü zorluğa göğüs geren ve her biri birbirinden kahraman olan hanım gönüldaşlar hem kendilerine ve hem de içeride olan eşlerine bakmak için çeşitli çareler arar.
Bu çarelerden biri de, artık herkesçe bilinen bir sistemle belli-bazı marka ürünlerin satışını yapmaktır.

Mevzu nasıl olursa Kumandan'ın kulağına gider ve kesin emir gelir:
"Kesinlikle bu işi yapmayın. Yapanlar bıraksın."
Emir duyrulur.

Herkes emre tâbi olur.

Bir kişi hariç. Bizim derviş...
(...)

"Derviş", şeyhine işine geldiği hususta tabi olurken, işine gelmeyen hususları kulak arkası eder.

(....)
Konuşulacak o kadar mevzu varken, o, sebebini bilemediğimiz bir strateji gereği olsa gerek,
ebrudan-hattan vs.den bahseder.

Kayda değer tek bir iş yapmamış, tek bir yazı yazmamış, tek bir aksiyon göstermemişken bu "derviş"i çeşitli isimlerle belli-bazı internet sitelerinde görürüz.

"İlgililerin dikkatine" şeklinde yazılar yazarlar.

"İlgililer" dediği TC'nin polisi, savcısı, hakimidir.

"Dikkat edin" diyerek ihbar ettiği de, gönüldaşı olan kişi(ler)dir.

İhbar ettiği yerler, internet siteleri de çok ilginçtir.

İhbar sebebi; çekememezlik, hasetlik, fesatlıktan başka birşey değildir.
Yıllar boyu aşağıladığı, dalga geçtiği, küçümsediği, kendince adam yerine bile koymadığı (....) internet sitesinde bütün marifetlerini sergiler.

Nasıl olsa onun haberi olmaz deyip, tam gaz elemanlık/ fesatlık faaliyetlerine devam eder.
Derdi hakikat falan değildir, maksat pislik olsun.

-IV-
Bilenler bilir;
İBDA'dan birşey bekleyenler, bekledikleri gerçekleşmeyince O'nun büyüklüğü karşısında ezilirler.

Bu eziklik kişiyi büyük bir projenin unsuru, "eleman"ı hâline bile getirebilir.

O'na karşı (....) taslandı; becerelimedi...

O'na karşı fikir adamlığı taslandı; becerilemedi...

O'na karşı (.....) taslandı; becerilemedi...

O'na karşı dervişlik taslandı; becerilemedi...

Bütün bu beceriksizliklerin sebebi şüphesiz "O" değildir,

İddialarını yerine getirmek için hiçbir şey yapmayan ezik kişidir.
Ezik, ezilir, ezilir, ezilir ve işi;

"Salih Mirzabeyoğlu, iyi bir Büyük Doğu şarihi"dir noktasına kadar bile getirebilir.

İşi buraya kadar getiren kişi hakkında kat'i hüküm şudur:

Bu eleman bir projenin parçası, bir unsurudur.

O projenin adı bellidir:
"Ilımlı İslâm"
"Ilımlı İslâm"ın aktörleri bugün için, hem Büyük Doğu'nun ve hem de İBDA'nın hainleridir.
"Peki bu proje ilanihaye devam etmez ve yarın-birgün çökerse devreye kimler sokulacak" sualini herkes gibi, elin gevuru da sormuş, "B plânı"nı yapmıştır.

İBDA'yı, onun Mimarı ve Kumandanı'nı "gören", "tanıyan" ve ama bu görme ve tanımayı bir varoluş haline getir(e)meyen,
Sürekli Büyük Doğu'dan bahseden,

Devrimci kadroyu itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapan,

Salih Mirzabeyoğlu'nu kadrosuna karşı bile korur pozlarına bürünen,

Zehrini ince ince ve satır aralarında veren,
İşi "İBDA'sız Büyük Doğucu olur"da bitiren,

Her devrim sürecinde görülebilecek olan ve kısaca "Devrimin ... leri" familyası olarak anılanlarla el ele- yanak yanağa faaliyet yürüten,
Yürüttükleri faaliyet şimdilik gevezelikten ibaret olsa da kaydı tutulan,

İsmiyle-cismiyle- etiyle-kemiğiyle asla ve asla görünemeyen,

Hayatında tek bir bedel dahi ödemeyen ezik tipleri sahneye sürmek.
Bu tipleri, bahsedilen projenin bir parçası olan bir "büyük Türk Mütefekkir"i(!) gayet veciz bir şekilde ifade etmişti: "İbdalı".

Tabire dikkat, "kasımpaşalı" filan der gibi, "İbdalı"...

Gevurun "B Plânı"na ve bu plânın aktörlerine bakarak, ne kadar çaresiz, ne kadar bitmiş, ne kadar tükenmiş olduklarını görüp, devrimin esasında bir yumrukluk mesafede olduğunu görebiliriz.

-V-
Bilenler bilir;
İBDA'da bilmek sorumluluktur.
Gönüldaşım bütün bunları anlattıktan sonra;

"Bunları sen bildirdin, ben bildim ve artık sorumlu oldum, gereğini yapmam lâzım, ancak daha açık konuş" dedim.

Konuşmaktan içemediği ve soğuttuğu kahvesinden bir yudum çekti ve kendince malûm, benim içinse meçhûl olan bir cümleyi telaffuz etti:

"Burada hemen karşımızda. Ağzını koklayabilirsin. Muz ve şarap kokusundan tanırsın onu."

(...) logoterapi, S. Zweig, Bekçi, "Devrimin .. gilleri" olarak özetlenebilecek olan familya, "İBDAsız Büyük Doğu'dan bahseden İbdalılar",
Gönülaşım hiçbir mürai tavra bürünmeden ısrarımdan sıkıldığını açıkça belli etti ve konuyu kapattı:
"Bekçi; ...mi"...
Gönüldaşımın malûmu, benim meçhulüm olan hâlâ kulaklarımda:
"Bekçi; ...mi"...
"Bekçi; ...mi"...
"Bekçi; ...mi"...

İmza: "Seçilmiş Carduelis Avcısı"

18 Ağustos 2011 Perşembe

Bir Deneme: "Gaib"i Kurcalaması Gerekirken "Gabi"yi Kurcalayan "Şair"in Hüzünlü Yolculuğu

Bir Deneme:
"Gaib"i Kurcalaması Gerekirken "Gabi"yi Kurcalayan "Şair"in Hüzünlü Yolculuğu
Denememiz; 3 bölüm ve 15 ara başlıktan müteşekkildir.
Deneme; bilenlere bildiklerini hatırlatırken, bilenlerin bildiği hususları bilmeyenlere bildirmek suretiyle hassas mevzulara katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
Keyifli dakikalar...

Birinci bölüm:
-I-


Bilenler bilir;
Şair; "şair" her ne kadar öyle kabul etmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle, gaibi kurcalayandır.
"Gaib"i kurcalamak; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, mânâsızlıkta mânâ vehmettirme çabası değildir.
"Gaib"i kurcalamanın bizatihi kendisi bir aksiyondur.

-II-
Bilenler bilir;
Aksiyon; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, birkaç saat işkembeyi doldurmamak ve oturduğun yere çömelmek olmayıp, hayatın asli gayesidir.
Bilgi, yürek, bilek gerektirir.
Bilgi; yüreği,
Yürek; bileği besler.
Ve toplam hâlde; aksiyon gerçekleşir.

-III-
Bilenler bilir;
"Aksiyon"a içkin bir "şey" olan "bilgi"; "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle; bilinmezden devşirilendir.
Bilinenlerle bilinmeyenlere sarkılır.
Bilinmeye sarkmak; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, sahte tevazu gösterisi olmayıp, bir yürek işidir.

-IV-
Bilenler bilir;
Bilgilenme faaliyetinin muharrik unsurlarından olan "yürek"e sahip olmak; "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle; kan pompalamaktan çok öte bir fonksiyonu olan kalple mümkündür.

"Yürekli olmak" hakikate alnının çatından bakmak demektir.

Hakikate alnının çatından bakmak; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, söylenenleri söylemek değildir.
Hakikate alnının çatından bakmak; bir mânâsıyla, bildiklerini bir yere, bilmediklerini öbür yere koymak, ilmin marifete erdirmesine engel olmasına mani olmaktır.

-V-

Bilenler bilir;

"Hakikate alnının çatından bakmak" tam bir şair tavrıdır.

Tavır ise; hâldir, edâdır, duruştur, ahlâktır, usuldür, esastır.

Hâl-eda-duruş-ahlâk-usûl-esas; "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun lûgatında aynı mânâ hizasında yer alırlar.

Aynı hizada yer alan bu mânâlar; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi; "öylesine bir laf" değildir.


İkinci Bölüm:

-VI-

Bilenler bilir;
"Öylesine bir laf" edenlerin bir türlü idrak edemeyecekleri bir makamda duran Necip Fazıl; bahsedilen şair tavrının en mücessem ifadesidir.

Necip Fazıl, "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle, "(...) insanoğlunun oluş ızdırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştiren adamdır."

"Oluş ızdırabını hakikatin hakikatine nispetle heykelleştirmek" hükmü; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, "öylesine bir laf", "şiirsel" bir ifade, bir seranat değildir.

"Hakikat olsan da çekil" diyecek kadar bilgiye, yüreğe ve de bileğe sahip olmayı gerektirir.

-VII-

Bilenler bilir;
"Hakikat olsan da çekil" şeklindeki şair tavrı; "gaib"i kurcalamanın hem sebebi ve hem de neticesidir.

Bu "sebep" ve "netice" arasında geçen "şey"; neyse odur.

"Neyse o olan" bu "şey"i; izah etmek, mânâlandırmak, birlemek, bütünlemektir varoluş.

-VIII-

Bilenler bilir;
"Varoluş"; "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle; "oluşta kendini idrak etmektir."

"Oluşta kendini idrak etmek"; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, "öylesine bir laf" değildir.

"Oluşta kendini idrak etmek"; bir mânâsıyla şuurluluktur.

-IX-

Bilenler bilir;

İnsan; "şuur"da görülür.

"Şuur" da iradede.

Süreç anlaşıldı galiba:
Bilgilenme,
hâdiseleri/vakıaları bilgi sayesinde benliğine tevcih etmek suretiyle hürriyete erme,
hürriyete erdikçe hakikate erme,
hakikate erdikçe bunun kesiksizliğini idrak etme,
kesiksiz oluşta varolma,
varoldukça da;
var etme,

eşya ve hâdiseyi teshir etme,
ahlâkî mükellefiyeti yerine getirme.
Toplamı; aksiyon.

-X-

Bilenler bilir;
Ahlâk, "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle, hâdiseler karşısında takınılan "nasıl" tavrıdır.

"Nasıl" davası, her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiği gibi, "öylesine bir laf" değildir.

Son derece hayatî olup, "niçin" sualini beraberinde getirir.
"Nasıl- niçin" münasebeti, "usul- esas" münasebeti mesabesindedir.


Üçüncü bölüm:

-XI-

Bilenler bilir;

"Usul-esas"a/ "nasıl- niçin"e; izah getirmek fikir haysiyetinin gereğidir.

Fikir haysiyeti; "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun ifadesiyle; nisbetini kurmak, bunu muhafaza etmek ve ona nispetle konuşmaktır.

"Nispet davası"; her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin zannettiğinin aksine; son derece hayatidir.

Bu hayati davayı yerine getirdiği içindir ki Salih Mirzabeyoğlu; Necip Fazıl'ın ifadesiyle; "fikir haysiyetinin müstesna gencidir."

"Fikir haysiyetinin müstesna genci" ifadesi; "öylesine bir laf" değildir.

-XII-

Bilenler bilir;
"Şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu; Necip Fazıl ve Abdulhakîm Arvasî Hazretleri'ne nisbetle "varolmuş" bir fikir adamıdır.

"Usul- esas"/ "nasıl-niçin" davasını heykelleştiren bu iki fikir adamının biri; işin "nasıl"ını, diğeri de "niçin"ini temellendirmiş olup, bir ayniyetin iki kutbudur.

Her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak için eziklerin kıt akıllarıyla dalga geçtiği usul-esas davasının hayatiliği galiba anlaşıldı;

İnsan varolmak zorundadır.

Varolmak ahlâkî zorunluluktur.

Ahlâk nasıl tavrı olup, münfail sıfattadır.

Bağlı akıl arar, sorar, cevap verir ve bu süreçte inkişaf gerçekleşir.

Akla mânâ ve değer veren fikirdir.

Fikir nispettir.

Nispet, herşeyle herşeyin alâkalı olduğu bir kâinatta, herşeydir.

15 İslâm Asrı'nda "varoluş" ancak ve ancak Büyük Doğu-İBDA ile ve O'na nisbetle mümkündür.

Ki, İNSAN'ın ebcedi ile Büyük Doğu-İBDA'nın ebcedi aynıdır.

Usulle-esasla dalga geçenlerin hususen okuması gereken "İNSAN" isimli kitaplardan birinin alt başlığı "Büyük Doğu-İBDA"dır.

Hâl böyle olunca; İBDA'sız Büyük Doğu'dan bahsetmek veya "İBDA" dememek için türlü "nick"lerle kırk takla atmak;

ya "oluş"tan kaçmaktır,

ya "GABİ"liktir,

yahut da "elemanlar"ca edilebilecek olan "öylesine bir laf"tır.

-XIII-

Bilenler bilir;
"Şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu; nesneleştirilebilecek en son insandır.

Her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin bir dönem seranat yapmak suretiyle nesneleştirmeye çalıştıkları Salih Mirzabeyoğlu'nun en temel vasıflarından biri;

Sevgi ve koruma gösterileri adı altında, türlü türlü adi nefs hileleriyle Necip Fazıl'ı idealize etmek adına onu nesneleştirmeye, metalaştırmaya böylece de o metanın sahibi olmaya kalkan zavallıları enselemesidir.

Salih Mirzabeyoğlu'nun en temel vasıflarından olan bu hususu görmeyecek kadar kıt olan aklına bakmaksızın, kâh derviş, kâh eylemci, kâh yazar, kâh şair, kâh şu, kâh bu... sahte kılıklarıyla O'nu nesneleştirme çabasında ısrar edilmesi oluştan kaçma emaresi olup, bunun adı tek kelimeyle GABİ'liktir.

-XIV-

Bilenler bilir;
Şiir, "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'na göre bir yönüyle dünyanın en beleş işidir.

"Nasıl/ niçin", "usul/esas" meselesinin hayatîliğini anlamayıp bir de dalga geçtiği için adam tabiri tırnak içine alınan "adam"; bu ikazı görmüyor ve H. Üzmez, G. Fuller ve F. Gülen troykasına takla atmanın neticesinde çıkan şiir kitabından dolayı kendini ciddi ciddi şair zannediyor.

Her mânâda züğürt olan ve bu yüzden şairliği tırnak içine alınan eziklerin, "gaib"i kurculama türünden ulvî soydan hasletlere ermesini geçtik, en temel/ en hayatî "usul-esas" davasını bile anlamadıkları kelime klişesi hâlinde de görülmüş oldu.

Bu cehalet kelime klişesine dökülmeseydi anlaşılmayacak mıydı?

Anlaşılmaz olur mu?

"Adam"ın hayatı ortada...

"GAİB"i kurcalamak üzere çıkılan yol, görüldüğü yerde ezilmesi gereken bir kubur faresi olan

"GABİ"yi/ B.Ku kurcalama türünden faaliyetlerle tamamlanmış, kemâl gerçekleşmiş ve sifon çekilmiştir.

Cümleten geçmiş olsun.

-XV-

Bilenler bilir;
Herşeyin herşeyle alâkası vardır.

Bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir haber:

"İsviçre'li doktorlardan bir ikaz daha...
Özellikle mültecilerde görülen muz ve şarabı aynı ânda tüketme türünden görgüsüzlüğün neticesinde beliren hastalık şikayetlerinin son birkaç günde azaldığını belirten doktorlar, bu durumu Müslümanlarca mübarek kabul edilen ve günün bir bölümünde yeme-içme faaliyetine son verilen Ramazan ayına bağladı.

Doktorlar; "mültecilerin de içinde olduğu Müslüman toplumlarca kutsal kabul edilen Ramazan ayından dolayı muz ve şarabın aynı anda tüketiminde azalma olmuştur. Bu durumun bütün aylarda devam etmesi temenni ve ikazımızdır" dedi."

İmza: "Seçilmiş Carduelis" Avcısı.

Hikâye: "Ortada Müteşair Var Yandan Geç(me)"

Hikâye:
"Ortada Müteşair Var Yandan Geç(me)"
Hikâyemiz 6 bölüm ve 21 ara başlıktan oluşmaktadır.
Hikâyeyi anlatan; bilenlere bildiklerini hatırlatırken, bilenlerin bildiği hususları bilmeyenlere bildirmek suretiyle böylesine hassas bir mevzua katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
Keyifli dakikalar...

Birinci Bölüm:
-I-


Bilenler bilir;
En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu; şair ruhlulara meftundur.
Şair ruhlularda olan hasletler bellidir:
Harbilik, hasbilik, delikanlılık, ahlâklılık, yiğitlik, mertlik, gözükaralık, netlik, sözün arkasında
durma... vs.

-II-
Bilenler bilir;
Eşkiya; En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu'nun takdirini kazanmış; şair ruhlu bir şairdir.
En esaslı "şiir"i de hayatıdır.
Eşkiya'nın hayatının haricinde yazdığı şiirlerini derleyip, bastığı bir şiir kitabı var mıdır?
Yoktur.
Peki Eşkiya;
İb.e Ahbes'in dölü olan Kemalistler'le İbdacılar arasında köprü olması için bugün "Ergenekoncu" diye bilinen hain tayfa tarafından görevlendirilen,
İbdacılar tarafından gerekli ikazlar yapıldıktan sonra defolup giden,
Malûm hain tayfanın işine yaramadığı için gözden çıkarılan,
Ve ahlâksızlığı, uçkura düşkünlüğü herkesçe malûm olan bir sübyancıya "abi" çekip, onu aracı kılarak G. Fuller gibi kâfirlerin de yönetim-yayın kurulu'nda olduğu T...ş Yayınları'ndan bir şiir kitabı çıkartmayı ister miydi?
Eşkiya, tıpkı En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu gibi, şair ruhlu bir şairdir.
Dolayısıyla cevap; kesinlikle hayırdır.
-III-
Bilenler bilir;
Uçkura düşkünlüğü herkesçe malûm olan bir sübyancıyla arayı iyi tutarak içinde G. Fuller gibi kâfirlerin de yönetim-yayın kurulu'nda olduğu T...ş Yayınları'ndan bir şiir kitabı çıkartmayı "başaran" "şair"in kitabında çok ilginç ilişkiler- kişiler- kurumlar- anlayışlar- denklemler vardır:
28 Şubat'ın öncesi ve devamı sürecinde her türlüğü pisliği yapan ve Ümmetin Kurtuluş Yılı'nda da Kemalistler'e erketelik vazifesini ifa etmeye çalışan namlı
ahlâksız-sübyancı bir tarafta...
Amerika'nın yörüngesine girdiği her türlü izahtan vareste olan F. Gülen'in T...ş
Yayınları öbür tarafta...
Bu yayın evinin yöneticilerinden olan Graham Fuller kafiri beri tarafta...
Ortada da;
Herkesin arslanlar gibi iş yapıp her türden riski göze aldığı bir zamanda hiçbir iş yapamama hâlini
ve ukdesini gizlemek için bir şiir kitabı çıkartarak, yapılan bütün faaliyetlerin üstünde bir yer
edindiğini zannedecek kadar hasetle maruf olan ve bu hasetliğinden dolayı sübyancıyla, kâfirle, hainlerle işbirliği yapıp "şiir" kitabı çıkartan bir "şair"...

İkinci Bölüm:

-IV-
Bilenler bilir;
Adına "şiir kitab"ı dedikleri türden bir kitabı olan "şair"; "İbdacıdır".
"Poetikası" bile vardır.
O kadar "büyük bir şair"dir.
"Şair", "Poetikası"nda; belli bazı Türk şairlerini sıralar, onlara methiyeler düzer.
Bu "şair"in sıraladığı isimler arasında; En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu var mıdır?
Yoktur.
Niçin yoktur?
Bunun iki sebebi olabilir:
"Şair", ya En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu'nu şair olarak görmemektedir.
Yahut da; En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu'nun ismini anmak suretiyle "H. Üzmez, G. Fuller ve F. Gülen"den oluşan troykayı ürkütüp, kitabın çıkmasını riske atmak istememektedir.
Bu meseleye; "şöyle bakarsak" diye bir izah getirilirse, denilen şekilde bakar ve meseleyi anlarız.

-V-
Bilenler bilir;
"Şair"in H. Üzmez, G. Fuller ve F. Gülen'lerce basılan kitabının diğer hususiyeti; kapağıdır...
"Mehdî'nin yanağında ben olacak" meâlli hâdis malûm...
Ne alâka?
Bilenler bilir; "şair"; malûm troykaca çıkartılan kitabın kapağında yanağındaki et benini (evet; bildiğiniz ve hemen her insanda olabilecek olan et beni)göstermek suretiyle inceden inceye yoklama çekmektedir.
Ama nerdeee...
"Şair"in yanağındaki et beninin mânâsını hiç kimse bilmez, "şair"in kıymetini anlamaz.
Ama H. Üzmez, G. Fuller ve F. Gülen gibiler bilir, kıymetini anlar ve bir kitap çıkartıverirler.

-VI-
Bilenler bilir;
"Sifonu çekilen(ler)" bahsi gayet nazik ve incedir.
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun "Gabi" hakkında; "Sifonu çektim" dediği söyleniyor.
Peki, her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu bunu yazıyla kayıt almış mıdır?
Hayır.
Kamuoyuna duyurmuş mudur?
Hayır.
Deklare etmiş midir?
Hayır.
Bütün bunları; ... Furkan Kadrosu'nun takdire ve örnek alınmaya şayan bir şekilde öfkelendiği Gabi'den çekindiği için mi yapmamıştır?
Tabi ki hayır.
Peki ne olmuştur?
"GABİ'LİĞİYLE MARUF OLUP GÖRÜLDÜĞÜ YERDE EZİLMESİ GEREKEN BİR KUBUR FARESİ" hakkında;
"Sifonu çektim" deMİŞ.
Peki kime deMİŞ?
Bilinmiyor ama tahmin ediliyor; kuvvetle muhtemel mahremine.
Peki, her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun mahremine söylediği mahrem bir mevzu nasıl bu kadar pervasız bir şekilde fâş edilebiliyor?..
Şairlik, şair ruhluluk ve de dervişlik bunun neresinde?!.
Bu meseleye dair, "şöyle bakarsak" denilerek bir izah getirilirse, denilen şekilde bakar ve meseleyi anlamaya çalışırız.

-VII-
Bilenler bilir;
Her dem "sifonu çekilenler arasında acaba ben de var mıyım" diye sormak gerekir.
Şairlik, şair ruhluluk ve de dervişlik bunu gerektirir.

Üçüncü Bölüm:

-VIII-
Bilenler bilir;
Ama uyarmakta fayda var...
Şimdi takipçilerden/ okuyuculardan biri kalkıp;
"Eyyyy Eşkiya!
Taşların her an düşüp, ayıların her ân çıkabileceğine dair ikaz levhalarının olduğu güzide ilimizin güzide bir ilçesinden İstanbul'a inen,
Mübarek olduğunu tahmin ettiğimiz dedesinin, ninesinin, büyüklerinin duasını aldığı için olsa gerek, her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nu hem fikren ve hem de şahsen "tanıma" nasibine eren,
Bu nasibin nasip olduğunu idrak edip, ona göre iş yapması gerektiği hâlde adam yokluğunda adam yerine konulduğunu anlamayacak kadar başı dönen,
Birkaç saat mideyi doldurmamaktan ve olduğu yere çökmekten ibaret olan basit bir işin KİMin yüzü- suyu hürmetine ve ruhuna nispetle mânâ kazandığını
idrak edemediği için bir çömelmeden yola çıkarak kendine tapar hâle gelip, işi yanağındaki et benini göstermeye kadar götüren,
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun Tilki Günlüğü isimli bir eser yazdığını, o eserde de rüyaları ve düşvarîlere yer verdiğini duyunca,
"Madem O, rüyalarını ve düşvarîleri yazıyor ben de yazayım" deyip, A.-D....ş isimli bir dergide "Günlükten Seçmeler" başlığıyla birşeyler yazmak suretiyle "yanağındaki et beninin hakkını veren",
"Efsane Taraf"ın efsaneleşmeye başladığı ve işin ciddilik arzettiği dönemlerde K. Albyrk'a karşı, 80'li yıllarda çekip giden ve "şair"ce hain ilân edilen adamlarla aynı tavrı sergileyen,
Taraf'ın K. A'dan sonra ki genel yayın yönetmenine "kabadayılık" yapıp, muhatabından cevabını alınca da koşa koşa, "şair" her ne kadar öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'na gidip, kabadayılık yaptığı adamları şikayet edip, Salih Mirzabeyoğlu'ndan da "bana güvenerek mi kabadayılık yaptın" cevabını alan,
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun; "Böyle giderse devrimimizin Troçki'si olabilir" dediği kişiye, S. Mirzabeyoğlu'nun adına ve fakat S. Mirzabeyoğlu'na rağmen mektuplar yazan,
99 sürecinde ise hem Kumandan'a ve hem de TC'ye askerlik yapmaktan kaçan,
"Devrim olur, devrimden sonra da bir kahraman gibi ülkeye geri dönerim" hülyâlarıyla kaçtıktan sonra soluğu gavur ellerde alan,
H.A. tarafından bir "şey" zannedilip, çok ciddi bir tören ve kadroyla karşılanan,
Ve yine H.A. tarafından evi, yeri, yurdu... herşeyi ayarlansa da, tıpkı meccanen kahraman ve üfürükten şair Namık Kemal gibi, arabesk triplere giren,
Oraya ayak basar-basmaz "Avrupa İbda Konseyini kurmaya geldim, herkes rapor versin" gibi en az "yanağındaki et benini göstermek" kadar kof olan bir tavra giren,
Avrupa'da yaşayıp, kiliselerden, çanlardan, dekolteli hanımlardan rahatsızlığını dile getirmeyi ideolojik ve siyasi bir tavır ve dil zanneden,
Zıpladığı ve tepesine çıkmaya çalıştığı H.A'ı tanıdıkça kelimenin tam anlamıyla krize giren,
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun HERŞEYE RAĞMEN "lokomotifi iten lokomotif" dediği ve bunu da kayıt altına alıp, son 15 eserinde bir çok kez kendisine atıf yaptığı şahsı itibarsızlaştırmak için elinden geleni yapan,
"Mevzu rüya yazmaksa ben de rüya görüyorum, ben de yazar, ben de Salih Mirzabeyoğlu gibi olurum" anlayışına sahip olan biri olarak;
"Mevzu, kelimelerin etimolojilerini yazmaksa ben de yazarım, ben de H.A. gibi olurum" diyerek kelimeleri google'a yazıp, çıkan "şey"leri iştikak diye kakalamaya çalışarak "çok şairane" yazılar yazan,
Baran'ın çıkması ile birlikte, derginin idarecileri tarafından kendisine "madem yazar, madem gazeteci ve madem bu işi biliyor" denilip, arka sayfa tahsis edilen,
"Bir sokak serserisinden farksız olmayan arabesk devrimci" A.O.Z'un Yeni Nizam, Beklenen Nizam, Aylık, Kaide ve Baran dergilerindeki yazılarını ve yorumlarını ve eylemlerini gördükçe krizlerden krizlere giren ve fakat bunu sanki takdir makamındaymış onu takdir ediyor görüntüsüyle ifade eden,
Baran'ın ilk 20 sayısında "yazarlık yapan" (bilenler bilir; "yazarlık yapmak" her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nca hiç de iyi birşey değildir.),

Daha sonraki sayılarda da resmen çuvallayan ve işi arabesk, saçma sapan ve belden aşağı yorumlar yapmaya kadar vardıran,
Ergenekon meselesini bahane ederek Baran'dan tüyen,

Ardından da bir zamanlar dalga geçtiği, kendisini ve içine doğduğu cemaatini ve anlayışını "köylü, ayak takımı, ham yobaz" vs. şekillerde aşağıladığı (şahitler; şahittir.)...'nun yanında soluğu alıp, hasetlendiği kişilere karşı bildik köylüce itibarsızlaştırma faaliyetlerine orada devam eden,

Son zamanlarda da hem fikrin, hem aksiyonun, hem gazeteciliğin, hem yazarlığın, hem ahlâklılığın, hem devrimciliğin ve hem de ŞAİRliğin hakkını veren,
Bu yüzden de O'nun birçok takdirine (şahitler; şahittir.) muhatap olan ve bu vasıfları taşıdığı için de "şair"ce itibarsızlaştırılması gereken biri olarak görülen Ş.S'a salça olan şahsı açıkla lütfen."
deyip, ısrarda bulunmayın.
Zira; Eşkiya bu; öyle üfürükten değil, gerçekten şair ruhlu bir şairdir ve sıralanan vasıflara uyan dünyadaki tek varlığın ismini vermez.

Dördüncü Bölüm:

-IX-

Bilenler bilir;
Hayatından ve yaptıklarından da anlaşılacağı üzere "şair", mana olarak dişi/münfaildir.
Ve bütün dişi/ münfailler gibi tesire açıktır.
"-sal"lı,"-sel"li kelimeler, devrik cümleler, hatta o üslûp bile kendine ait değildir.
Beşinci sınıf bir BekçiMurtaza mukallitliği vardır.

-X-
Bilenler bilir;
BekçiMurtaza da bilmelidir:
Etkisinden kurtulamadığı, etkisinden kurtulamadığı için ona benzemeye çalıştığı herkesi itibarsızlaştırmaya kalkan ve bütün hayatı bundan ibaret olan "şair"in sırf etkinde kaldığı için sana salça olması yakındır.
"Bir nick'in BİLE etkisinde kalacak kadar dişi/ münfail olan bir "şair", bana salça olup, beni itibarsızlaşmaya kalksa ne olur ki... O ve ona değer verenler yok hükmündedir" diyebilirsin.
Haklısın.

-XI-
Bilenler bilir;
E....ç T.....n da bilmelidir:
İşi yumuşağa çekme çabaları-nız nafile!..
"Eden bulur."
Daha da bulacaksın-ız!..
Ama ağlamayacaksın-ız!..
Tarihte hangi hesap açık kalmıştır ki?!.

-XII-
Bilenler bilir;
Normal şartlarda "şair" hiç bu kadar yürekli değildir.
Yani, etiyle, kemiğiyle, ismiyle, cismiyle, o kadar lâf söyleyip kâh kapalı kapılar ardında, kâh "nick" hüviyetiyle itibarsızlaştırmaya kalktığı ve birçoğuyla şahsen de tanıştığı, görüştüğü (Şkr Sk, Sdttn Ustsmnğlu, Kzm Albyrk, Al Osmn Zr, Tyyr Trcn, Bki Aytmz, Hsn Kpr, Ummn Şhnr, Ümt Elnü, Snmi Orhn, Hyrttn Sykn, Grsl Avc, Glçn Şnl, Hkk Açkln, Fzl Dygn, Mhmt Şhn, Mstf Fşngci vd.) şahısların karşısına geçip, tek bir şey diyememiştir.
Diyemez de.
Şahitler; şahittir.
Bir kere demiştir, cevabını alınca soluğu, her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun yanında almış, şikayet gitmiştir.
Peki En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu'nu bile şair kabul etmeyecek kadar "yüce" makamlarda durduğunu zanneden "şair"i bu kadar pervasızlığa iten "neden neden neden"dir?
Bunun birkaç sebebi olabilir:

1- Ya; devrime inanmıyor, devrimin olmayacağını düşünüyor, devrim olmayacağı için de aklının ucundan "buralar"a gelmek hiç mi hiç geçmiyor.
Böyle düşünülüyorsa; "şair" öyle kabul etmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nu savunma kılıflı işler yapmaktır ki bu, Telegram'da azdırıcı bir etkisi olan "Gabi"liğiyle maruf bir kubur faresine prim vermek kadar büyük bir yanlıştır.

2- Yahut; devrime inanıyor, devrimin olacağını düşünüyor ama "oralar"ın tadına vardı ve "buralar"ı defterden sildi, gelmek istemiyor.
Böyle düşünülüyorsa; dünyanın ne kadar küçük olduğu, "buralar"dan "oralar"a gelmenin sadece birkaç saat süreceği bilinmiyor, hesap edilmiyor demektir ki; bu da bir nevi "Gabi"liktir.

3- Veya; devrime inanıyor, devrimin olacağını düşünüyor ama her ne kadar kendisi öyle kabul etmese de En Büyük Türk Şairi olan Salih Mirzabeyoğlu'nun kendisini "oralar"da görevlendireceğini falan zannediyor.
Böyle düşünülüyorsa; "sifonu çekilenler arasında olmadığı ne malûm" sorusunu yinelemek gerekir.

4- Veyahut da; devrime inanıyor, devrimin olacağını düşünüyor, "oralar"dan "buralar"a gelmeyi istiyor ve tersine mucize kabilinden tutturulan üslubun ve kullanılan uydurukça kelimelerin kendini ele vermeyeceğini, "o sen misin" denilince, "hayır canım ne alakası var, ben yazı- çizi işlerine ara verdim, bloğumda bile yazı yazmıyorum, kaldı ki forumlarda, ne işim olur, ben o sıralar çalışıyor, şiir falan yazıyordum" deyip, kurtulacağını düşünüyordur.
Böyle düşünülüyorsa; hiç kimse özellikle de aslanlar bu numarayı yemez ve; "ne kadar kamufle edersen et, ne dilden konuşursan konuş, hangi kılığa girersen gir, köylülüğün, taşralılığın paçalarından akıyor" der, ardından da; "aç bakayım ağzını; muz yiyip, şarap içmiş misin, ağzın kokuyor mu" diyerek gereğini yaparlar.


Beşinci Bölüm:
-XIII-


Bilenler bilir;
Herşeyin herşeyle alâkası vardır.
Bu çerçevede bir gazete haberi:
"İsviçre'li bilimadamları ikaz etti:
Muz ve şarabı aynı ânda tüketmek özellikle yaz aylarında tehlikelidir.
Ülkelerinde muz ve şarabın aynı anda içilmesi türünden görgüsüzlüklerin nadir de olsa yaşandığını belirten İsviçreli bilimadamları yaptıkları açıklamada;
'Muz ve şarap aynı ânda tüketilirse bu, beyin ifsadına yol açar.
Beyin ifsad olunca da; tıpkı meşhur fıkrada geçen türde semptomlar belirir.
Bunun tedavisi yoktur.
O yüzden İsviçre'de yaşayan ve kendisini "mülteci" olarak adlandıran görgüsüzler lütfen muz yiyip şarap içmesin.' dedi."

-XIV-
Bilenler bilir;
Herşeyin herşeyle alâkalı olduğu bir âlemde yaşıyoruz.
Bu çerçevede bir fıkra:
Ayı ormanda gezerken bakmış ki ağacın tepesinde maymun oturuyor...
Ayı; "Ne yapıyorsun maymun kardeş" demiş...
Maymun;
"Ne yapayım ayı kardeş...
Ağaçta oturuyorum.
Muz yiyorum.
Şarap içiyorum.
Aşağıya iniyorum.
Aslanı düzüyor, sonra da yukarı çıkıyorum" demiş.
Aynı yerden biraz sonra tilki geçmiş...
Tilki; "ne yapıyorsun maymun kardeş" demiş...
Maymun;
"Ne yapayım tilki kardeş...
Ağaçta oturuyorum.
Muz yiyorum.
Şarap içiyorum.
Aşağıya iniyorum.
Aslanı düzüyor, sonra da yukarı çıkıyorum" demiş.
Tilkiden sonra fil geçmiş...
Fil; "ne yapıyorsun maymun kardeş" demiş...
Maymun;
"Ne yapayım fil kardeş...
Ağaçta oturuyorum.
Muz yiyorum.
Şarap içiyorum.
Aşağıya iniyorum.
Aslanı düzüyor, sonra da yukarı çıkıyorum" demiş...
Filden sonra bir sürü hayvan geçmiş. Hepsi maymuna hâl-hatır sormuş... Maymun hepsine de aynı
cevabı vermiş.
Maymunun söyledikleri aslanın kulağına gitmiş...
Aslan, maymunun olduğu yere gidip; "ne yapıyorsun maymun kardeş" demiş.
Maymun;
"Ne yapayım aslan kardeş...
Ağaçta oturuyorum.
Muz yiyorum.
Şarap içiyorum.
Aşağıya iniyorum.
...ık ....ık konuşuyor sonra da yukarı çıkıyorum" demiş.

Altıncı Bölüm:
-XV-

Bilenler bilir;
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu; böyle “şair”lere “müteşair” der ve imha edilmesi gereken
olarak işaretler.

-XVI-
Bilenler bilir;
Bilinenler bilinir, ardından kayda alınır ve daha sonra gereken yapılır.

-XVII-
Bilenler bilir;
İbdacıların güzel bir sloganı vardır:
"Bekle beni beklemediğin her yerde."

-XVIII-
Hikâye anlatıcısı cümlesini tamamlarken, dışarıdaki oyun oynayan çocukların hep bir ağızdan söyledikleri şarkı sesi gelir:
"Ortada kuyu var yandan geeçç... Ortada kuyu var yandan geeçç... Ortada kuyu var yandan geeçç..."

-XIX-
Bilenler bilir ki;
Çocukların söylediği oyun şarkısına itibar etmeyip ortada kuyu/b.k varsa yandan geçip gitmemek gerekir.
En azından üzerine toprak atmak gerekir.
Hakkaniyet bunu gerektirir.
Zira;
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun Kusto Lûgatı'nda "toprak"; aynı zamanda "hak"tır.
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun Kusto Lûgatı'nda "hak"; aynı zamanda "ölüm"dür.
Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun Kusto Lûgatı'nda "şair"; aynı zamanda "yalancı"dır.
Mevzu galiba anlaşıldı:
(....)
"Şair=Yalancı"ysa,
"Hak=Toprak"sa,
(...)

-XX-

Her ne kadar "şair" öyle görmese de En Büyük Türk Şairi olan, Salih Mirzabeyoğlu'nun sözünü hatırlayalım:
"Vehmettiren utansın."

"Şair", utandı mı?

"Şair", utansaydı, bunları konuşuyor olmazdık.

Peki "şair" utanır mı?

"Şöyle bakarsak"; "İhtimaller alemi sonsuz" ve "Çıkmadık candan ümit kesilmez"dir.

"Böyle bakarsak"; "Bir adam yedisinde ne ise yetmişinde de odur"dur.

Misal: Telegram'daki menfi rolünden dolayı kubur faresine denk bir muameleye lâyık olan "Gabi".
Bilenler bilir;
Gabi; 7'sinde de, 17'sinde de, 27'sinde de, 37'sinde de, 47'sinde de, 57'sinde de "Gabi"ydi.

Başka bir misal: En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu gibi, şair ruhlu bir şair olan "Eşkiya".
Bilenler bilir;

"Eşkiya"; 7'sinde de, 17'sinde de, 27'sinde de, 37'sinde de "Eşkiya"ydı. Ve inşallah 47'sinde de, 57'sinde de "Eşkiya" olur.

Son misâl: En Büyük Türk Şairi Salih Mirzabeyoğlu'nu bile şair kabul etmeyecek kadar "yüce" makamlarda durduğunu zanneden, bu yüzden de şairliği tırnak içinde olan "şair".

Bilenler bilir;
"Şair"; 7'sinde de, 17'sinde de, 27'sinde de, 37'sinde de "şair"di ama inşallah 47'sinde de, 57'sinde de "şair" olmaz.

Dua:
Allah şu mübarek günlerin hatırına bizi istikametten ayırmasın.
Allah şu mübarek günlerin hatırına bizi bütün amelleri kemiren hasetlik hastalığına düşürmesin.
Allah şu mübarek günlerin hatırına bizi zerre miktarı olması hâlinde cennetten alıkoyan kibirden emin ve muhafaza buyursun.

İmza:
"Seçilmiş Carduelis" Avcısı.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

BİR MARKAMIZ OLSA HER ŞEY DÜZELİR

"Katma değerli üretim yapılsa, cari açık bu kadar olmayacak ama bunun için de planlama yanında müteşebbis ve rekabetçi tüccarlar lazım. Marka, kalite ve bir parçacık zeka."


Marka nedir?


Ne işe yarar?


Kimin işine yarar?


Nerden çıkmıştır?


Emperyalizmin tüketim toplumu gayesi ve bu yoldan kültür emperyalizmi ihracı ile olan alakası nedir?


İslamcı, ihtilalci, İbdacı bir yayın organı iddiasıyla çıkmışların markalaşmayı teklif etmesi ne manaya gelir?


Aklımıza bir zamanların "Ağır Sanayi" edebiyatı ve bu edebiyatın "komik" diye nitelenişi geliyor.


Veya, "bir şiir-roman yazılsa memleket kurtulur" tekerlemeleri...


Bizim, dünyaya teklifimiz marka mı olacak?


Dünyaya, markalarımız üzerinden mi kendimizi, fikrimizi, ideolojimizi takdim edeceğiz?


Markalaşmanın, fikir ve ideolojideki yeri nedir?


Ya "katma değerli üretim" yapma teklifi?


Bir de bunu pazarlayacak tüccar olma gereği...


Batı ahlâk ve normlarının bir uzantısı olarak katma değeri yüksek üretim sadedinde marka ve bunu pazarlayacak tüccar...


Sonra da patlat sloganı gitsin: Tek yol İslam, yaşasın İbda.


Al sana devrim, daha ne istersin?

YENİ AKİT'TEN BİR REZİLLİK DAHA


Ne o öyle, bir sürü yavşağın arasında, o yavşaklarla K'yı eşitleyecek şekilde bir takdimle, aslında K'yı harcamaya dair bu rezillik.

Gazetenin birinci sayfasındaki takdime bakarsanız da, güya K bu paçavralığa alet olacak şekilde gazetelerine özel beyan vermiş gibi bir hava.

Şöyle:

"Salih Mirzabeyoğlu, Rasim Özdenören, Atasay Müftüoğlu, Hasan Aksay, Mustafa Miyasoğlu, Mehmed Niyazi, Muzaffer Doğan ve Ahmet Atılgan Üstad'ı ve onunla ilgili anılarını Akit'e anlattı."

K'nın işi gücü yok, bu yavşaklığa alet olacak şekilde, bunlara Üstad'la ilgili anılarını anlatacak, öyle mi?

Bir iktibas yapmışlar, onu da, "remz şahsiyet" davasını, hödüklerin söyledikleriyle aynı hizada vererek, sıradanlaştırıp, harcamaya alet etmişler. Böyle gözükmektense, hiç gözükme daha iyi. Ya tam ol, ya öl... Hani, İbdacılardan biri çıkıp da mezkur paçavraya o konuşsaydı, K'nın seviyesi kaçkınlar ve hainlerle eşitlenmeseydi ya.

K'nın ismi, cismi, fikri ve resminin, tescilli fikir fahişeleriyle aynı hizaya sokulmasında kimin dahli var acaba?